Mekke’de iken Müslümanlar ibadetlerini gizlice yapıyorlar, namazlarını kimsenin göremeyeceği yerlerde kılıyorlardı. Dolayısıyla, orada namaza açıktan davet etmek gibi bir mesele söz konusu olamazdı.
Ancak Medine’de manzara tamamıyla değişmişti. Dinî serbestiyet vardı. Müslümanlar rahatlıkla ibadetlerini ifa ediyorlardı. Din ve vicdanları baskı altında bulunmuyordu. Müşriklerin zulüm, eziyet ve hakaretleri de mevzubahis değildi.
Mescid-i Nebevî inşa edilmişti. Fakat Müslümanları namaz vakitlerinde bir araya toplayacak bir davet şekli henüz tespit edilmemişti. Müslümanlar gelip vaktin girmesini bekliyorlar, vakit girince namazlarını eda ediyorlardı.[1]
Peygamberimizin Ashapla İstişâresi
Resûl-i Ekrem bir gün, ashab-ı kiramı toplayarak, kendileriyle “nasıl bir davet şekli tespit etmeleri gerektiği” hususunu istişare etti. Sahabelerin bazıları, Hıristiyanlarda olduğu gibi çan çalınmasını, diğer bir kısmı Yahudiler gibi boru öttürülmesini, bir kısmı da Mecûsîlerinki gibi namaz vakitlerinde ateş yakılıp yüksek bir yere götürülmesini teklif etti.
Peygamber Efendimiz, bu tekliflerin hiçbirini beğenmedi.[2]
O sırada Hz. Ömer söz aldı ve “Yâ Resûlallah! Halkı namaza çağırmak için neden bir adam göndermiyorsunuz?” dedi.
Resûl-i Ekrem, o anda Hz. Ömer’in teklifini uygun gördü ve Hz. Bilâl’e, “Kalk yâ Bilâl, namaz için seslen!” diye emretti.
Bunun üzerine Hz. Bilâl, bir müddet Medine sokaklarında, “Esselâ! Esselâ! [Buyurun namaza! Buyurun namaza!]” diye seslenerek Müslümanları namaza çağırmaya başladı.[3]
Abdullah B. Zeyd’in Rüyası
Aradan fazla bir zaman geçmeden, ashaptan Abdullah b. Zeyd bir rüya gördü. Rüyasında, bugünkü ezan şekli kendisine öğretildi.
Hz. Abdullah, sabaha çıkar çıkmaz, sevinç içinde gelip rüyasını Peygamber Efendimize anlattı. Resûl-i Ekrem, “İnşallah bu, gerçek bir rüyadır!” buyurarak davetin bu şeklini tasvip etti.[4]
Hz. Abdullah, Resûl-i Ekrem’in emriyle, ezan şeklini Hz. Bilâl’e öğretti. Hz. Bilâl, yüksek ve gür sedasıyla Medine ufuklarını ezan sesleriyle çınlatmaya başladı:
اَللّٰهُ اَكْـــبَرُ اَللّٰهُ اَكْـــبَرُ
اَللّٰهُ اَكْـــبَرُ اَللّٰهُ اَكْـــبَرُ
اَشْهَدُ اَـنْـ لَٓااِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ
اَشْهَدُ اَـنْـ لَٓااِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ
اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ
اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ
حَىَّ ﱰ الصَّلٰاةِ
حَىَّ ﱰ الصَّلٰاةِ
حَىَّ ﱰ الْفَلٰاحِ
حَىَّ ﱰ الْفَلٰاحِ
اَللّٰهُ اَكْـــبَرُ اَللّٰهُ اَكْـــبَرُ
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ
Hz. Ömer’in de Aynı Rüyayı Görmesi
Medine ufuklarının bu sadâ ile çınladığını duyan Hz. Ömer, heyecan içinde evinden çıkarak, Resûl-i Ekrem’in huzuruna vardı. Durumu öğrenince, “Yâ Resûlallah! Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki Abdullah’ın gördüğünün aynısını ben de görmüştüm!” dedi.
Peygamberimiz, iki kişinin aynı şeyi görmesinden dolayı Allah’a hamd etti.[5]
İslam’ın ne derece fıtrî ve nezih bir din olduğunu, bu davet şeklinin tespitinden de anlıyoruz! Ruhsuz, manasız, heyecansız ve tatsız çan çalmak, boru öttürmek veya ateş yakmak nerede; yeryüzünde “tevhid” ulvî hakikatini ilan eden, Resûl-i Ekrem’in peygamberliğini haykıran ve dolayısıyla iman esaslarının tamamını halka duyuran mana ve kutsîyet dolu “ezan” şekli nerede?
“Hukuk-u Şahsîyye [Şahsî Hukuk]” ve “Hukuk-u Umumîyye [Umumî Hukuk]” adıyla iki nevi hukuk olduğu gibi, şer’î meseleler de iki kısımdır. Bir kısmı, şahıslarla ilgilidir, ferdîdir; diğer kısmı umuma, umumîyet itibarıyla taallûk eder. Onlar “Şeair-i İslamiyye” diye tâbir edilir.
Şeair-i İslamiyye’nin en büyüklerinden biri de, işte bu, Hicret’in 1. senesinde meşru kılınan ve “şehâdetleri dinin temeli” olan ezandır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin “Şeair-i İslamiyye” ile ilgili çok mühim izah ve değerlendirmeleri vardır. Mektûbat isimli eserinin 29. Mektubunda, “Mesail-i Şeriattan bir kısmına ‘taabbüdî’ denilir. Aklın muhakemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır. İlleti emirdir. Bir kısmına ‘Mâkulü’l-Mana’ tâbir edilir. Yani, bir hikmet ve bir maslahat var ki o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebep ve illet değil. Çünkü hakikî illet, emir ve nehy-i İlâhî’dir. Şeairin taabbüdî kısmı, hikmet ve maslahat onu tağyir edemez; taabbüdîlik ciheti tereccüh ediyor, ona ilişilmez. Yüz bin maslahat gelse, onu tağyir edemez. Öyle de, ‘Şeairin faidesi, yalnız malum mesalihtir’ denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki, o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir” dedikten sonra İslam’ın mühim bir şeairi olan ezanla ilgili olarak da şunları söyler:
“Mesela, biri dese: ‘Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır; şu halde, bir tüfek atmak kâfidir!’ Hâlbuki, o divâne bilmez ki binler maslahat-ı ezaniyye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi, o maslahatı verse, acaba nev-i beşer nâmına yahut o şehir ahalisi nâmına, hilkat-ı kâinatın netice-i uzması ve nev-i beşerin netice-i hilkatı olan ilan-ı tevhid ve Rububiyyet-i İlâhîye’ye karşı izhar-ı ubudiyyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?”[6]
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 154; Buharî, Sahih, c. 1, s. 114.
[3] Buharî, a.g.e., c. 1, s. 114.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 155; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 43.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 155; Ebû Dâvud, Sünen, c. 1, s. 117.
[6] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 371.