Etrafa Vali Ve Zekat Memurlarının Gönderilmesi

Etrafa Vali Ve Zekat Memurlarının Gönderilmesi

(Hicret’in 9. senesi Muharrem ayı)

Bu tarihe kadar birçok kabile İslam’la şereflenmiş, birçok memleket de İs­lam topraklarına katılmıştı. Bu memleketlerin idaresi ve halkına mükellefiyet­lerinin bildirilmesi gerekiyordu.

Bu maksatla Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicret’in 9. yılı Muharrem ayında İs­lam memleketlerinden bazılarına vâliler ve halktan zekât toplamak için de ze­kât tahsil memurları tayin edip gönderdi.[1]
Resûl-i Ekrem’in, gönderdiği vâli ve zekât tahsil memurlarına emir ve tav­siyeleri şu idi:

“Halkın kusurlarına karşı affedici davranınız ve en iyi mallarını almaktan sakınınız!”[2]

Yemen’in güzel kasabalarından biri olan San’a ve yine Yemen’in Hadramut böl­gesi ile Süleymler, Müzeyneler, Cü­hey­neler, Kilaboğulları, Ka’boğulları, Re­sûl-i Ekrem Efen­dimizin vâli ve zekât memurları gönderdiği memleket ve ka­bilelerden bazıları idi.[3]

Bu vâliler, idarî işlerle meşgul olmaktan başka, halk ara­sında çıkan davalara da bakıyorlar, onları İslamî hükümlere göre halletmeye çalışıyorlardı.

Zekât memurları ise, gittikleri kabilelere İslam’ın zekât mükellefiyetini anla­ta­rak, zenginlerinin bu malî ibadeti yerine getirmeleri gerektiğini bildiri­yor­lar­dı.

Bazı kabileler bu mükellefiyetlerini seve seve yerine getirdiler. Bir kısım ka­bileler ise önce bu malî mükellefiyeti ağır bularak memurları hoş karşılamadı­lar; ancak sonradan bu hareketlerinden vazgeçerek zekâtlarını vermeye başla­dılar.

MEDİNE’YE AKIN AKIN HEYETLERİN GELMEYE BAŞLAMASI

Mekke’nin fethi, İslam’ın en parlak ve şerefli bir zaferiydi. Çünkü bu fetihle, senelerden beri Hz. Re­sû­lul­lah ile Ku­reyş müşrikleri arasında süregelen aman­sız mücadele İslam’ın galibiyetiyle netice bulmuştu.

Arabistan’daki kabileler de yıllardan beri devam ede­ge­len bu çetin müca­deleyi yakından ve dikkatle takip et­miş­lerdi. Önce, bu mücadelede Resûl-i Kibriya’yı kavmi olan Ku­reyşlilerle başbaşa bırakmayı tercih etmişler ve “Onu kavmi olan Ku­reyşli­lerle başbaşa bıra­kınız. Eğer, o, kav­mi­ne galip gelirse, şüp­hesiz kendisi sözünde doğrudur ve pey­gamberdir”[4]demişlerdi.

İşte, etraftaki kabilelerin yakından takip ettikleri bu şiddetli mücadele, Mekke’nin fethiyle İslam’ın üstünlüğü, şirkin mağlubiyet ve perişanlığı ile son bulmuştu.

Artık onlar için tek yol kalmıştı: İslam’ın şefkatli sînesine bir an evvel koş­mak!

Gayet iyi biliyorlardı ki Mekkeli müşriklerin bunca düş­manlık ve kuvvetle­rine rağmen söndüremedikleri bir davayı kendileri de sön­düremezler ve onun yayılmasını engelleyemezler.

Bu sebeple, Mekke’nin fethini takip eden günlerde, Hicret’in 9. yılı başla­rında civar kabilelerin Müslüman ol­mak için Medine’ye akın akın geldikleri görülüyordu. Bu se­beple bu yıla “Heyetler Yılı” adı da verilmiştir.[5]

Gelen bu heyetlerin hepsini Peygamber Efendimiz, gayet güzel karşılıyor ve onlara izzetü ikramda bulunuyordu. Bu heyetlerin içinde her sınıftan insan vardı. Hepsi de Resûl-i Ekrem’in yüksek ahlâk ve faziletine, ashabının nâzik ve insanî hareket ve davranışlarına hayran kalarak yurtlarına dönüyorlardı.

Benî Temîm Heyeti Medine’de

Hz. Re­sû­lul­lah, Hicret’in 9. senesi Muharrem ayı başlarında ashaptan Büsr b. Süfyân’ı, Huzaalılardan Benî Ka’b kabilesine, zekâtlarını almak üzere gönder­mişti.

Ka’boğulları, gelen memura teslim etmek üzere hayvanlarından düşen ze­kâtı bir tarafa ayırmışlardı. Fakat aynı yerde oturan Temim kabilesi, oldukça fazla olan bu hayvanların verilmesine karşı çıkmış, hatta kılıçlarını sıyırarak Büsr Hazretlerini öldürebileceklerini bile izhardan çekinmemişlerdi. Bunun üzerine Büsr (r.a.), Medine’ye dö­nerek durumu Resûl-i Ekrem Efendimize an­lat­mıştı. Allah Resûlü de elli kadar bedevî süvariyle Uyeyne b. Hısn’ı, Temi­moğulları üzerine göndermişti. Uyeyne b. Hıs­n, Temimoğulları üzerine aniden baskın yapmıştı. Bir­çok ganimet malıyla birlikte on bir erkek, yirmi ka­dın ve otuz kadar da çocuk esir edip Medine’ye geri dönmüştü.[6]

Uyeyne b. Hısn’ın Medine’ye dönmesinden az sonra idi.

Zekât vermemekte direnen Temimoğullarından bir heyet, çıkıp Peygamber Efendimizin huzuruna geldi. İçlerinde meşhur hatib ve şâirleri de vardı. Ga­yeleri, esirlerini geri almaktı.

Peygamber Efendimiz, onlara, “Ne istiyorsunuz?” diye sordu.

“Biz Temim kabilesindeniz” dediler. “Sizinle şiir ve övünme yarışı düzen­leyelim diye şâir ve hatiblerimizi getirdik!”

Hafifçe tebessüm eden Efendimiz, “Ben şiir söylemekle vazifelendirilmedi­ğim gibi, övünmekle de emredilmedim; bunu yapamam. Fakat haydi neyiniz varsa ortaya dökün de görelim!” buyurdu.

Bunun üzerine Benî Temîm’in, Utarid adındaki hatibi ayağa kalkarak, ka­vim ve kabilesini övdükten sonra, “Bizimle fazilet yarışına çıkacak kimse, say­dıklarımızın bir benzerini saysın, döksün, bakalım!” diyerek meydan oku­du.

Benî Temîm hatibinin sözlerini bitirip yerine oturmasın­dan sonra, Resûl-i Kib­riya, Sâbit b. Kays’a, “Kalk, şunun konuşmasına karşılık ver!” diye emretti.

Sâbit (r.a.), ayağa kalktı. Önceden hiçbir hazırlığı olmadığı halde, Cenab-ı Hakk’ın büyüklüğüne ve Re­sû­lul­lah’ın medh ve senâsına dair, Temimlileri bile hayrette bırakan gayet belâgatli ve tesirli bir hitabede bulundu. Hz. Sâbit şöyle diyordu:

“...

“Hamdolsun Allah’a ki gökleri ve yeri yaratan ve onlardaki hükmünü yü­rüten O’dur.

“Hiçbir şey yoktur ki O’nun fazl ve kereminin eseri olmasın!

“Bizim her tarafta galip gelişimiz ve hâkim oluşumuz da O’nun kudretinin eseridir.

“O, insanların arasından en hayırlısını seçerek peygamber göndermiştir; ki o peygamber, baba tarafından insanların en şereflisi, söz cihetinden en doğru söz­lüsü, ana tarafından ise en üstünüdür! Allah, ona kitabını indirmiş, onu kul­larının emini ve mu’temedi, cihanın da güzidesi ve seçkini kılmıştır!

“...”[7]

Sıra, şâirlerin maharetlerini ortaya dökmesine gelmişti.

Önce, Benî Temîm şâirlerinden biri ayağa kalkarak kendilerini medheden bir kaside sundu.

Adam şiirini bitirir bitirmez, Resûl-i Ekrem, şâiri Hasan b. Sâbit’e, “Kalk yâ Ha­san! Şu adamın şiirine karşılık ver!”[8]diye emretti; sonra da, “Allah Teâlâ, Re­sûlünü mü­dafaa ederken, Hasan’ı, muhakkak Cebrail’le destekler!” bu­yur­du.

Kâinatın Efendisini müdafaa etmenin şerefini yüklenen Hz. Hasan, aşk ve he­yecan içinde ayağa kalktı. Aynı vezin ve kafiyede uzun bir şiirle Temimli şâ­ire cevap verdi. Şiirinde İslam’ın müstesna güzelliğini, yücelik ve faziletini ve­ciz ve açık bir ifadeyle dile getirdi.

Müslüman hatib ve şâirin, Temimoğulları şâir ve hatibinden çok daha güzel birer hutbe ve şiir sunmaları, hem Peygamber Efendimizi hem de orada bulu­nan sahabeleri sevindirdi. Buna karşılık, Temim heyeti, İslam şâir ve hatibinin, kendilerinkinden daha üstün olduğunun belli olması karşısında sustular. İleri gelenlerinden olan Akra b. Hâbis ise, şöyle demekten kendini alamadı:

“Allah’a yemin ederim ki bu zâta (Hz. Peygambere) her zaman gaybdan yardım ediliyor. O, muhakkak muvaffak olacaktır. Her şeyde, herkese üstün gelmektedir. Onun hatibi hatibimizden, şâiri de şâirimizden daha üstündür. Sesleri de seslerimizden daha canlı ve gürdür!”[9]

Daha sonra Akra b. Hâbis, Hz. Re­sû­lul­lah’ın yanına yak­laştı ve şehâdet getire­rek Müslüman oldu. Onun Müslüman oluşunu diğerleri takip etti.[10]

Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem, heyettekilerin her birini birer hediyeyle taltif ettiği gibi, alınmış olan bütün esirlerini de kendilerine geri verdi.[11]

Benî Esed Heyeti Medine’de

Hicret’in 9. senesi Muharrem ayı idi.

Medine’ye gelen heyetlerden biri de, on kişilik Benî Esed kabilesi heyeti idi. Müslüman olduklarını Resûl-i Ek­rem Efendimize arz ettikten sonra, “Yâ Re­sû­lal­lah! Herkes kıtlık ve kuraklık içinde sıkıntıdan kıvranırken, biz kendi rıza­mızla kalkıp geldik. Başka kabileler gibi seninle harp etmeden Müslüman ol­duk!” diye konuştular.[12]

Bu sözleriyle, Peygamber Efendimizin, Müslüman olduklarından dolayı kendilerine minnettar kalması gerektiğini ifade etmek istiyorlardı; bu minnet­tarlık sebebiyle de bol ihsana mazhar olmayı ümit ediyorlardı. Henüz Müs­lü­man olduklarından ve İslam’ın engin ruhuna vâkıf bulunmadıklarından dolayı bu tarz bir tavır takındıkları muhakkaktı.

Hâlbuki, iman etmekle ancak kendilerine fayda temin etmiş oluyorlardı. Bu sâyede ebedî hayatlarını mahvolmak­tan kurtarmış sayılıyorlardı. İman et­mekle Resûl-i Ekrem’in şahsına elbette hiçbir fayda temin etmiş değillerdi. Bu sebeple bu tarz davranışları yersizdi ve İslam ruhuna uygun değildi. Nâzil olan ayet-i kerime, bu­nu ortaya koydu:

“(Ey Resûlüm!) İslam’a girdiklerini senin başına kakıyorlar! Onlara de ki: ‘Müslüman oluşunuzu başıma kakmayınız. Doğrusu, sizi imana hidayet bu­yur­duğundan Allah sizin başınıza kakar; eğer imanınızda sâdık kimseler ise­niz!”[13]

Mü’minin vazifesi, kâinatta en büyük ve en yüksek hakikat olan imanı elde etmiş olmasından dolayı, Cenab-ı Hakk’a şükür ve hamddır. Bunun dışında imanına mukabil hiçbir maddî mânevî menfaat beklememeli, hatta kalben arzu etmemelidir. Zira, iman nimetine kavuşmanın ve Müslümanlık şerefiyle şeref­lenmenin karşılığı olarak verilecek mükâfat uhrevîdir. Ancak o âlemde Cenab-ı Hak, fazl ve keremi ile bu eşsiz mükâfatı ihsan eder.

İman ve Kur’an’a âit hizmetlerin sevab ve mükâfatları da uhrevîdir, ahirette verilir. Binaenaleyh, hem iman edip Müslüman olan, hem de Kur’an’a ve İsla­mi­yete hizmet eden Müslüman, bu hizmetlerinden dolayı dünyevî bir mü­kâfat ve menfaat beklememelidir. Bekleyip kalben arzu ettiği takdirde dindeki ih­lâ­sı­nı kaybetmiş sayılır. İhlâsın zâyî olması ise, ibadetlerin makbuliyet sırrını or­ta­dan kaldırır; Allah korusun, insanı mânen müflis duruma sokabilir. Bunun ya­nında, iman ve Kur’an’a hizmet eden bir insan, istemediği ve kalben arzu et­mediği halde maddî bir mükâfata bu hizmetinden dolayı nâil olsa, bunu Ce­nab-ı Hakk’ın kendisine bir ihsanı bilip verenlerin minneti altına girmeme­lidir; ayrıca “Bu maddî menfaat ve ücret dinî hizmetimden dolayı veriliyor” hissine de kapılmamalıdır.

TAYY KABİLESİ PUTHÂNESİNİN YIKTIRILMASI

Tayy kabilesi, fevkalâde cömertliği dillere destan olan meşhur Hâtem-i Taî’nin kabilesi idi. Yemen’de otururlardı.

Hicret’in 8. senesinde Hâtem-i Taî vefat etmiş, kabile reisliğini oğlu Adiyy üzerine almıştı.

Mekke’nin fethinden sonra Arabistan’ın her tarafı putlardan temizlenip puthâneler yıktırılırken, bu kabilenin puthâneleri henüz duruyor ve Füls (Fels) adındaki putları da yıktırılmamış bulunuyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicret’in 9. yılı Rebiülâhir ayında Hz. Ali’yi en­sarın ileri gelenlerinden yüz elli kişilik bir kuvvetle Füls’ü yıkmaya gön­der­di.[14]

Hz. Ali, emrindeki mücahitlerle Tayy kabilesi yurduna vardı. Tayyoğulları, mücahitlere karşı koydular. Çarpışma meydana geldi. Düşman birçok kayıp ver­di. Müslümanlar çarpışmadan galip çıktılar ve birçok esirle bol miktarda ga­nimet malları elde ettiler. Bu arada, Tayyoğulları puthânesi de bir daha ona­rıl­mayacak bir şekilde mücahit­ler tarafından yıkıldı; putları Füls ise parçalana­rak yakıl­dı.[15]

Kabile reisi Adiyy b. Hâtem, henüz Hz. Ali gelmeden durumu haber almış ve Suriye tarafına kaçmıştı; bu sebeple ele geçirilememişti. Ancak esirler ara­sında Hâtem-i Taî’nin Sef­fâne adındaki kızı vardı.[16]

Seffâne’nin İsteği

Hz. Ali, memur olduğu vazifeyi yerine getirdikten sonra esir ve ganimet mal­ları ile Medine’ye döndü.

Esirler arasında bulunan Seffâne, Mescid-i Nebevî’nin kapısında bir odaya konuldu. Oldukça zeki, ağırbaşlı bir kadındı. Günün birinde Resûl-i Ekrem bu oda­nın yanından geçerken, Seffâne ayağa kalkarak, “Yâ Re­sû­lal­lah! Babam dün­­yadan göçmüş, kardeşim ise kaçmış bulunuyor! Kurtulmak için verecek hiç­bir şeyim yok. Hürriyete kavuşmam için yüksek affına, merhamet ve şefka­tine sığınıyorum!”[17]dedi.

Resûl-i Ekrem, kim olduğunu sorunca, Seffâne kendisini şöyle tanıttı:

“Yâ Re­sû­lal­lah! Ben, aileleri koruyan, esirlerin esaret bağlarını çözen, açları do­yuran, çıplakları giydiren, misafirleri ağırlayan, ye­mekler yediren, selam­laş­ma­yı yayan Hâtem-i Taî’nin kızıyım!”

Seffâne’nin kendisini böyle tanıtmasından memnun olan Resûl-i Ekrem, “Ey kadın! Bu saydıkların, gerçekten mü’minle­rin sıfatlarıdır! Keşke baban Müs­­lüman olsaydı da, onu rahmetle ansaydık!”[18]buyurdu.

Bu sözleriyle, Peygamber Efendimiz, mühim bir gerçeği ortaya koyuyordu. “Her kâfirin her vasfının kâfir olması gerekmediği” gerçeğini... Evet, Hâtem-i Taî, Müslüman değildi ve Müslüman olmadan da ölmüştü. Ama yukarıda zik­re­dilen sıfatları Müslüman sıfatıydı. Resûl-i Ekrem de bu sözleriyle Hâtem’in bu Müslümanca sıfatlarını takdirle karşılıyordu. Bunu takdir etmekle kalmayıp Seffâne’yi de serbest bırakarak hürriyetine kavuşturdu. Lâyık olan­dan şefkat ve merhametini, af ve safhını asla esirgemeyen Resûl-i Kibriya, bu­nunla da kal­madı; Seffâne’ye bol bol ikramda bulundu: Ona, elbise ve yol harçlığı vererek, güvenilir bir kafileyle de Şam’a, kardeşinin yanına gön­derdi.[19]

Doğruca Şam’a varan Seffâne, derhal kardeşini buldu. Pey­gam­be­ri­mizden gördüğü insanî muameleyi anlattı. Kız kardeşine yapılan bu şefkatli muamele, Adiyy’in mana âleminde dalgalanma meydana getirdi ve “Bu zât hakkındaki fikrin nedir?” diye sordu. Fahr-i Âlem’in mübarek simalarını bir kerecik gören ve onun bir tek insanî muamelesine mazhar olan Seffâne[20]tereddüt etmeden, “Ba­na sorarsan” dedi. “Hemen gidip ona tâbi olmanı tavsiye ederim!”

Adiyy, bir müddet düşünceye dalınca, kız kardeşi buna hiç gerek olmadı­ğını, şu sözleriyle belirtti:

“Neden düşünüp duruyorsun? Eğer peygamberse, ona bir an evvel tâbi olur, büyük hayır ve fazilete erersin; yok, eğer hükümdar ise, hiçbir şey kay­betmezsin, Yemen’deki saltanatın yine elinde kalır. Üstelik, hor ve hakir de gö­rülmezsin!”[21]

Adiyy, kız kardeşinin tavsiyesini uygun buldu; derhal Medine’ye gelerek, Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı.

Babası gibi meşhur olan bu zâtı, Hz. Re­sû­lul­lah, evinde ağırlayıp misafir et­mek istiyordu.

Mescitten çıkıp hâne-i saadetlerine doğru beraber yürüdüler. Bu sırada ön­le­rine bir kadın çıktı. Kadın, ihtiyacı için uzun uzadıya konuştu. Hz. Re­sû­lul­lah, sabırsızlık göstermeden ve rahatsızlık duy­madan onu dinliyordu. İhtiyar ka­dına karşı Efendimizin bu güzel muamelesini ve nezaketini müşâhede eden Adiyy, yalnız kendisine işittirmek istiyormuşçasına mırıldandı: “Vallahi, o hü­küm­dar değildir!” Kala kala ikinci ihtimal kalmıştı: “Öyle ise peygamberdir!” ihtimali...

Beraberce hâne-i saadete vardılar. Efendimiz, Adiyy’i deriden bir şiltenin üzerine oturtmak istedi. Ancak o, buna râzı olmadı. Oraya oturmaya kendisi­nin lâyık olduğunu söyledi. Fakat Pey­gam­be­ri­miz oturmadı ve yine onun otur­ması için ısrar etti. Bu ısrar üzerine Adiyy, deriden şiltenin üzerine geçip otur­du. Hz. Re­sû­lul­lah ise, bu değerli misafiri karşısında çıplak yerde oturdu. Efen­dimizin tevâzuunu ve misafire karşı gösterdiği alâka ve nezaketini ortaya ko­yan bu davranışı, Adiyy’in gönlünü biraz daha yumuşattı ve imana bir nebze daha yaklaştırdı.

Bundan sonra Hz. Re­sû­lul­lah, onu Müslüman olmaya davet etti. Bu dave­tini üç defa tekrarladı. Ne var ki Adiyy, bu davete o anda müspet cevap ver­mekten kaçındı. “Ben” dedi. “Hıristi­yanım!”

Bunun üzerine Kâinatın Efendisi şöyle konuştu:

“Ey Adiyy! Belki de, ‘Onun dinine insanların zayıf, fakir ve güçsüz kimse­leri giriyor’ diye söylenmiş olmasından dolayı İslam’a girmekten geri duruyor­sun! Vallahi, öyle bir gün gelecek ki o Müslümanlar, bol servete kavuşacaklar, hatta mala talip olacak kimse bile bulamayacaklardır!

“Yine ‘Müslümanlar az, düşmanları çok’ diye düşünmüş olabilir ve bunun için de Müslüman olmaktan çekiniyor olabilirsin!

“Sen Hiyere’yi bilir misin? İşte bu din, öylesine bir emniyet, bir âsâyiş temin edecek ki bir kadın tek başına, Allah korkusundan başka hiçbir korku duyma­yarak, Hiye­re’­den kalkıp Kâbe’yi tavaf etmeye gidecektir!”[22]

Bu konuşma, Adiyy’in gönül kapısını İslam’a açtı ve orada Müslüman ol­makla şereflendi.

Ashab-ı kiramın büyüklerinden olan Adiyy b. Hâtem, işte bu zattır.

[1]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 246; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 160.
[2]Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 216.
[3]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 246-247; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 160.
[4]İbn Sa’d, Tabakat, c. 7, s. 89; İbn Kesir, Sîre, c. 4, s. 72.
[5]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 205; İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 76.
[6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 161.
[7]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 208.
[8]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 208-209; Taberî, Tarih, c. 3, s. 151.
[9]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 212; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 152.
[10]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 212; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 152.
[11]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 212-213; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 294.
[12]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 292; İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 170.
[13]Hucurat, 17.
[14]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 164; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 227.
[15]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 164.
[16]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 164; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 7, s. 143.
[17]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 226; İbn Kesir, Sîre, c. 4, s. 124.
[18]Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 224.
[19]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 225-226; Taberî, Tarih, c. 3, s. 149.
[20]İbn Esir, Üsdü’l-Gabe adlı eserinde, Seffâne’nin Müslüman olduğunu ve güzel amellerle İsla­mi­yetini geliştirdiğini kaydeder (bkz. c. 7, s. 143).
[21]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 227; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 149.
[22]İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 468; İbn Esir, a.g.e., c. 3, s. 393.
Daha yeni Daha eski