Benî Nadîr, Hz. Hârun’un (a.s.) neslinden gelen, zengin ve güçlü, büyük bir Yahudi kabilesiydi. Medine’ye iki saatlik mesafede, Mekke yolu üzerinde sağlam kale ve hisarlarda otururlardı. Resûl-i Ekrem Efendimizle, İslamiyet ve Müslümanların aleyhinde bulunmamak, bu hususta herhangi bir düşmana yardımcı olmamak, ayrıca ödenecek diyetler konusunda da yardımcı bulunmak üzere anlaşmaları vardı.[1]Ancak buna rağmen, Kureyş müşrikleri ve Medine münafıkları ile el altından iş birliği yapma gayretlerinden de vazgeçmiş değillerdi. Bilhassa, Uhud Harbi’nden sonra, müşrikler ve münafıklar ile olan münâsebetlerini daha da artırmışlardı.
Daha önce bahsettiğimiz gibi, ashaptan Amr b. Ümeyye, Peygamberimizden eman almış Âmir kabilesinden iki kişiyi yanlışlıkla öldürmüştü. Benî Nadîr Yahudilerinin altına imza attıkları anlaşmaya göre, bu iki kişi için ödenecek diyetin bir kısmını onların karşılamaları gerekiyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, paylarına düşen diyet miktarını istemek ve anlaşmaya ne derece sâdık olduklarını anlamak maksadıyla, yanına Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam, Hz. Talha b. Ubeydullah, Hz. Sa’d b. Muaz ve Hz. Üseyd b. Hudayr’ı (r. anhüm), alarak yurtlarına gitti.
Yahudiler, önce Peygamber Efendimizi müspet ve güleryüzle karşıladılar; hatta kendilerine kadar gelmiş olmalarından memnunluk duyduklarını, üzerlerine düşen görevi yerine getireceklerini bile açıkça ifade ettiler.[2]
Peygamber Efendimiz, ashabıyla, bir evin duvarı dibine oturdu.
Peygamber Efendimizi zâhiren gayet iyi karşılayan Yahudiler ise, bir köşeye çekilip aralarında konuşmaya başladılar.
“Siz bu adamı, şu andan daha müsait bir durumda bulamazsınız! Hemen şu evin damına çıkarak, onun üzerine bir kaya parçası bırakıp ondan kurtulmalıyız!” dediler. Sonra, “Hemen şimdi bu işi kim yapar?” diye sordular.
İçlerinden Amr b. Cıhhaş adlı şahıs ortaya atıldı. “Bu işi ben yaparım!” dedi.[3]
Bu esnada, ileri gelenlerinden biri olan Sellâm b. Mişkem söz aldı. “Ey kavmim! Bu sefer sözümü dinleyiniz; ondan sonra, isterseniz her zaman bana muhalefet ediniz!” dedikten sonra, sözlerine şöyle devam etti:
“Vallahi, siz böyle bir işe teşebbüs edecek olursanız, bu ona vahiyle haber verilir. Bununla kendimize yazık etmiş oluruz. Hem bu, onunla aramızdaki anlaşmayı da ihlâl sayılır. Geliniz, böyle bir karardan vazgeçiniz! Eğer, böyle bir şeye teşebbüs ederseniz, bu, Yahudilerin kökünün kazınması, İslamiyetin ise yükselip kıyamete kadar sürmesi demek olur!”[4]
Peygamberlere hıyanet etmekle tanınan Yahudiler, buna rağmen kararlarından vazgeçmediler. O esnada vazifeyi üzerine alan Amr b. Cıhhaş da, Peygamberimizin üstüne taş bırakmak üzere dama çıktı.
Cebrail’in, Durumu Peygamberimize Haber Vermesi
Tam o esnada, tertiplenen suikast ve hıyaneti, Cebrail (a.s.) gelip Peygamber Efendimize haber verdi. Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir ihtiyaç gidermek istiyormuş gibi davranarak yerinden kalkıp Medine yolunu tuttu. Hatta sahabeler, tekrar gelecek zannıyla bir müddet orada oturdular. Gelmediğini görünce onlar da kalkıp oradan ayrıldılar.
Bir Yahudinin Kavmini İkazı
Yahudilerden biri olan Kinâne b. Sûriya, “Muhammed niçin kalkıp gitti, biliyor musunuz?” diye sordu.
Yahudiler, “Hayır” dediler. “Biz bilmiyoruz. Sen biliyorsan anlat!”
Kinâne anlatmaya başladı:
“Tevrat’a yemin olsun ki ben, plânladığınız suikastin, Muhammed’e haber verildiğini biliyorum! Kendinizi boşuna aldatmayınız! Vallahi, o, Allah’ın Resûlüdür, hem de peygamberlerin sonuncusudur! Ona, tasarladığınız suikast haber verildiği için kalkıp gitti. Siz, onun Harun Peygamberin neslinden gelmesini umuyordunuz; Allah ise dilediğinden seçip gönderdi. Biz, Tevrat dersimizde, ‘En son gelecek olan o peygamberin doğum yeri Mekke’dir, hicret yeri Yesrib’dir’ diye hiç değiştirmeden yazmışızdır. Gelecek son peygamberin sıfatı da, buna tamamıyla uymaktadır. Kitabımızdakine bir harf bile aykırı tarafı yoktur! Ondan önce, sizinle çarpışan kimse olmayacaktır! Ben, sizin eşyalarınızı develere yükleyip göç ettiğinizi, çocuklarımızın feryatlarını, evlerinizi barklarınızı, mal ve mülklerinizi geride bırakarak gittiğinizi görür gibi oluyorum! Geliniz, iki hususta bana itaat ediniz; üçüncüsünde ise hayır olmadığını biliniz!”
Yahudiler merakla, “Nedir o hususlar?” diye sordular.
Kinâne, “Müslüman olmanız, Muhammed’in ashabı arasına katılmanız! Ancak bu suretle, evlatlarınızı ve mallarınızı emniyet altına almış, selamete kavuşturmuş olursunuz; yurdunuzdan yuvanızdan da sürülüp çıkarılmazsınız!”
Bütün bunlara rağmen Yahudiler, “Biz, Tevrat’tan ve Mûsa’nın ahdinden asla ayrılmayız” diye karşılık verdiler.[5]
Peygamberimizin, Benî Nadîr’e “Yurdumu Terk Ediniz!” Diye Haber Göndermesi
Benî Nadîr Yahudilerinin plânladıkları bu suikast teşebbüsü, onların İslam’a ve Müslümanlara dost olmadıklarını ve Peygamberimizle yaptıkları anlaşmaya da sadâkat göstermediklerini açıkça ortaya koyuyordu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de kendilerine karşı kesin tavır takındı.
Muhammed b. Mesleme’yi huzuruna çağırdı ve ona şu emri verdi:
“Nadiroğulları Yahudilerine git! Onlara, ‘Resûlullah beni size; yurdumdan çıkıp gidiniz! Burada benimle birlikte oturmayınız! Siz bana, düşünülmeyecek bir suikast plânı kurdunuz! Size on gün süre tanıyorum. Bu müddetten sonra, buralarda sizden kim görülürse, boynunu vururum, emrini bildirmek üzere gönderdi’ de!”[6]
Muhammed b. Mesleme (r.a.), Nadiroğulları yurduna vardı. Resûlullah’ın emrini onlara bildirmeden önce şöyle konuştu:
“Mûsa Peygambere Tevrat’ı indirmiş olan Allah aşkına doğru söyleyiniz: Muhammed, peygamber gönderilmeden önce, Tevrat önünüzde iken, size geldiğimi ve şu meclisinizde bana Yahudiliği teklif ettiğiniz zaman, ‘Vallahi, ben, asla Yahudi olmam!’ dediğimi, sizin de buna karşılık, ‘Dinimize girmekten seni alıkoyan şey nedir? Yahudi dininden başka din yoktur. Senin aradığın, istediğin, duyup işittiğin Hanif dininin aynısıdır o! Size gelecek olan peygamber, hem şeriat sahibidir, hem savaşçıdır. Gözlerinde biraz kırmızılık vardır. Kendisi Yemen tarafından gelecek, deveye binecek, ihrama (pelerine) bürünecek, az etli kemiğe kanaat edecek, kılıcı boynunda asılı bulunacak, konuştuğu zaman hikmetli konuşacaktır’ dememiş miydiniz?”
Benî Nadîr Yahudileri, “Evet, biz bunları sana söylemiştik. Ama geleceğini sana haber verdiğimiz peygamber bu değildir!” diye karşılık verdiler.
Daha sonra Muhammed b. Mesleme, onlara Peygamber Efendimizin emrini bildirdi.
Nadiroğulları Yahudileri, giriştikleri suikast teşebbüsünün kendilerine pahalıya mâl olduğunu anlamışlardı, ama artık iş işten geçmişti. Verilen emir doğrultusunda hareket etmekten başka görünen bir başka yol da yoktu. Muhammed b. Mesleme’ye, “Göç ederiz” diyerek hazırlığa başladılar.
Başmünâfığın Gönderdiği Haber
Bu sırada başmünafık Abdullah b. Übey’den kendilerine bir haber geldi. Haberde şöyle deniliyordu:
“Sakın mallarınızı ve yurdunuzu bırakıp gitmeyiniz! Kalenizde oturunuz. Gerek kavmimden ve gerekse sâir Araplardan iki bin kişiyi yardımınıza göndereceğim. Son nefeslerine kadar saflarınızda çarpışacaklardır. Ayrıca Benî Kurayza Yahudileri de size yardım edeceklerdir!”[7]
Benî Nadîr Yahudilerinin Küstahça Meydan Okumaları
Münafıkların reisi Abdullah b. Übey’in gizlice gönderdiği bu haber üzerine, Nadiroğulları göç fikrinden vazgeçtiler, Peygamber Efendimize de, “Biz yurdumuzdan çıkıp gitmeyeceğiz! Elinden geleni yap!” diye adamlarıyla haber gönderdiler.[8]
Bu, açıkça ve küstahça bir meydan okuyuştu.
Peygamber Efendimiz, bu haberi alır almaz, “Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdi. Müslümanlar da Efendimizin tekbirine katıldılar.
Sellâm b. Mişkem’in, Huyey b. Ahtab’ı İkazı
Benî Nadîr Yahudilerini böylesine tehlikeli bir maceraya sürükleyenlerin başında Huyey b. Ahtab geliyordu. Bu adam, kavmine teselli babında şöyle diyordu:
“Pek çok mal yığdıktan sonra kalemize girer, büyük kapı ve sokakları tutarız. Kalemize taş taşırız. Bir yıl yetecek yiyeceğimiz de var. Kalemizdeki suyumuz da kesilecek değil!”
Yahudi ileri gelenlerinden biri de, Sellâm b. Mişkem’di. O, bu fikre karşı çıktı. “Ey Huyey!” dedi. “Vallahi, nefsin seni boş ve faydasız şeylerle aldatıp duruyor, gurur ve kuruntuya düşürüyor! Gel, bu işten vazgeç! Vallahi, sen dâhil hepimiz biliriz ki: Muhammed, Allah’ın Peygamberidir. Onun sıfatları da yanımızdaki kitaplarda vardır. Onu kıskandığımızdan ve son peygamberin Hârunoğulları arasından çıkmasını ümit ettiğimizden dolayı ona tâbi olmuyoruz. Gel, bize verilen emanı kabul edelim: Yurdumuzdan çıkıp gidelim. Muhammed üzerimize gelirse, bizi bir günde şu kalelerimizde kuşatır.”
Mağrur Huyey, fikrinden vazgeçmeye niyetli değildi. “Muhammed, bizi muhasara altına alamaz! Bizi yenmeye imkân bulamadan geri döner gider. Abdullah b. Übey, bana birçok şey vadetti” diye Sellam’a karşılık verdi.
Sellam, girilen yolun tehlikeli olduğunu biliyordu; ikazını tekrarladı: “Abdullah b. Übey’in sözü bir şey ifade etmez! O, seni ancak helâk uçurumuna sürüklemek, bizi Muhammed’le harbe tutuşturmak ister. Bizi harbe tutuşturduktan sonra da evine çekilip oturur!”
Huyey b. Ahtab, bütün bu ikazlara kulak tıkadı, sonu pişmanlık olan gururunda direnip durdu.[9]
Nadiroğullarının Muhasara Altına Alınması
Hicret’in 4. senesi Rebiülevvel ayı idi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medine’de yerine Abdullah İbni Ümmî Mektum’u bırakıp Nadiroğulları yurduna doğru hareket etti. Sancağı Hz. Ali taşıyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ikindi namazını Nadiroğullarının bağ ve bahçeleri arasında kıldı. Onları muhasara altına aldı. Nadiroğulları, kuvvetli kalelerine sığınmışlardı.
Peygamber Efendimiz, onlara emrini bir kere daha tekrarladı: “Medine’den çıkıp gidiniz!”
Benî Nadîr, bu teklifi kabule yanaşmadı. “Ölüm, bize, senin teklif ettiğin şeyden daha kolaydır. Ölümü göze alır, teklifini kabul etmeyiz!” diyerek adeta meydan okudular.
Artık onlarla çarpışmaktan başka bir yol kalmamıştı. Fakat kuvvetli kalelerine sığındıklarından ve bu kalelerden çıkıp çarpışmayı göze alamadıklarından çarpışmanın bir hayli güç olacağı muhakkaktı. Bu sebeple, Resûl-i Kibriya Efendimiz, çarpışmayı uygun görmedi; Allah’ın izniyle, bir harp plânı tatbik etti. En yakın Yahudi ev ve kalelerini yıkma, hurma ağaçlarını yakıp kesme emrini verdi. Bu hareket, düşmanın kaleden dışarı çıkıp çarpışmasını temin gayesiyle yapılıyordu.
Evlerinin yıkıldığını, hurma ağaçlarının kesilip yakıldığını gören Yahudiler, “Yâ Muhammed! Sen bozgunculuğu, bozup dağıtmayı yasaklar ve bunu yapanları ayıplardın; şimdi ne diye yaş hurma ağaçlarını kestiriyor ve yaktırıyorsun?” diye bağrıştılar.[10]
Ömür dakikalarını bozgunculukla geçirenler, şimdi ağaç kesmenin bozgunculuk olacağından bahsediyorlardı! Bu bağrışmaları birtakım Müslümanları da tereddüde sevk etti. Bunun üzerine inen ayet-i kerime, meseleyi açıklığa kavuşturdu: “Sizler, herhangi hurma ağacını kestiniz yahut kökleri üzerinde dikili bıraktınızsa, bu hareketiniz (fesat için değil) hep Allah’ın izniyledir ve fâsıkları perişan etmek içindir.”[11]
Ayet-i kerimenin nâzil olmasıyla, Müslümanların tereddüt ve endişeleri zâil oldu.
Bu hadiseye ve bu ayet-i kerimeye dayanarak, harp icabı her çeşit yaş ağacın yakılıp kesilmesinin mübah olduğu, âlimler tarafından belirtilmiştir.[12]
Münafıkların, Yahudilere “Direnin!” Diye Haber Göndermeleri
Muhasara devam ediyordu.
Bu esnada başta başmünafık Abdullah b. Übey olmak üzere birçok münafık, Benî Nadîr Yahudilerine, “Eğer Müslümanlara karşı direnir ve karşı koyarsanız, biz sizi onlara teslim etmeyiz. Siz çarpışırsanız, biz de sizinle birlikte çarpışırız. Siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, biz de sizinle birlikte çıkıp gideceğiz” diye haber gönderdiler.
Benî Nadîr Yahudileri, münafıkların bu sözlerine kandılar. Bir müddet daha direndiler.
Kur’an’ın Açıklaması
İşleri güçleri fitne ve fesat olan münafıkların bu hareketleri, Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanmıştır:
“Ehl-i kitaptan o küfreden kardeşlerine, ‘Andolsun, eğer siz yurtlarınızdan çıkarılırsanız, biz de muhakkak sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde hiçbir kimseye hiçbir zaman itaat etmeyiniz. Eğer sizinle harp edilirse, muhakkak ve muhakkak biz, size yardım ederiz’ diyen o münafıkları görmedin mi? Hâlbuki, Allah şehâdet eder ki onlar hakikaten ve kat’iyyen yalancıdırlar!
“Andolsun ki onlar çıkarılacak olurlarsa (bu münafıklar) onlarla beraber çıkmazlar. Eğer onlar muharebeye tutulursa, bunlar onlara yardım da etmezler. Faraza yardım etseler bile, mü’minler karşısında dayanamayarak arkalarına dönüp kaçarlar; sonra da kendileri hiçbir yerden yardım göremezler.”[13]
Teslime Mecbur Olup Eman Dilemeleri
Muhassarın 15. günüydü.
Abdullah b. Übey ve diğerlerinin kendilerine vadettikleri yardımların gelmediğini gören Benî Nadîr Yahudileri, teslim olmayı kabul edip eman dilediler.
Peygamber Efendimiz, kendilerine eman verdi ve hiçbirisinin canına dokunmadı. Silahlarından başka, mallarından develerine yükleyebildikleri kadar eşya alarak çıkıp gitmelerine müsaade buyurdu.
Bu müsaade üzerine altı yüz deveye yükleyebildikleri kadar mal ve eşya yüklediler. Medine’den ayrılacakları sırada, sağlam kalmış olan evlerini, Müslümanlar oturmasın diye kendi elleriyle yıktılar. Başlarına gelen bu hadiseden dolayı güya üzülmediklerini göstermek için, kadınlar en kıymetli elbiselerini giyinmişler, ziynetlerini takınmışlardı. Defler, düdükler çalarak Medine’yi terk ettiler. Bir kısmı Şam, bir kısmı Hayber, diğer bir kısmı ise Yemen tarafına gitti. Bunların sürgünü üzerine münafıklar gizlice mâtem tuttular.
Geride Bıraktıkları Mallar
Benî Nadîr Yahudileri, geride birçok hurmalık, ekin, akar ile davar, sığır ve at gibi birçok hayvan bıraktılar. Ayrıca arkalarında elli adet zırh, elli adet miğfer, üç yüz kırk kadar da kılıç kaldı.[14]
Bütün bu mallar, devlet malı olarak doğrudan doğruya Peygamber Efendimize mahsustu. Çünkü çarpışmasız, at ve deve koşturmaksızın elde edilmişlerdi. Bu mallara “fey” denilmiştir. Fey, Allah’ın, din düşmanlarından —galebeyle değil, belki sürgün yahut cizye üzerine sulh olmak suretiyle— Peygamber Efendimize tahsis buyurduğu maldır. Peygamber Efendimiz, bu malı dilediği yerlere sarfetmekte hürdü.
Kur’an-ı Kerim’de bu husus şöyle açıklanır:
“Allah’ın onların mallarından Peygamberine verdiği feye gelince... Siz bunun üzerine ne ata, ne deveye binip koşmadınız. Fakat Allah, peygamberlerini dilediği kimseye musallat eder. Allah, her şeye hakkıyla kâdirdir.”[15]
Medine’nin yerlileri olan ensar, muhacirlerin geçimlerini üzerlerine almıştı, onları kendi mallarına ortak etmişti. Bu sebeple, muhacirlerin idareleri onların omuzunda bir yük sayılıyordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu ganimet mallarını yalnız muhacirler arasında bölüştürerek ensar-ı kiramın bu yükünü hafifletmek istedi. Bunun için onları çağırdı ve “İsterseniz Benî Nadîr Yahudilerinin mallarından, Allah’ın bana verdiği malları, sizlerle muhacirler arasında bölüştüreyim. Eskiden olduğu gibi muhacirler yine evlerinizde otursunlar ve mallarınızdan faydalanmakta devam etsinler. Yok, eğer isterseniz, bu malları sadece muhacir kardeşleriniz arasında bölüştüreyim. Onlar da evlerinizden çıksınlar, mallarınız da size kalsın!” diyerek teklifte bulundu.
Medineli Müslümanlar gönülden, “Yâ Resûlallah! Nadiroğulları mallarını muhacir kardeşlerimiz arasında taksim ediniz. Onlar şimdiye kadar olduğu gibi evlerimizde otursunlar. Bizim mallarımızdan da istediğiniz kadarını alıp onlara veriniz!” dediler.[16]
O sırada Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı; ensar kardeşlerine teşekkür ettikten sonra, “Allah, sizi hayırla mükafâtlandırsın. Vallahi, bizimle sizin benzeriniz yoktur.” diye konuştu.
Peygamber Efendimiz de, “Allahım! ensarı ve ensarın evlatlarını koru, onlara merhamet et!” diyerek dua etti.[17]
Medineli Müslümanların bu asil ve civanmert davranışı üzerine, onların medh ve senâsı hakkında şu meâldeki ayet-i kerime nâzil oldu:
“Onlardan (muhacirlerden) önce (Medine’yi) yurt ve iman evi edinmiş olan kimseler (ensar), kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler.
“Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç meyli bulmazlar. Kendilerinde fakr ve ihtiyaç olsa bile (onları) öz canlarından daha üstün tutarlar[18]Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte muradlarına erenler onların ta kendileridir.”[19]
Medine-i Münevvere’nin yerlileri olan ensar-ı kiram, bu davranışlarıyla hem Resûlullah Efendimizin hoşnutluğunu, hem de Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmış oldular.
Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz de, Nadiroğullarından kalan ganimet mallarını, Cenab-ı Hakk’ın da ayet-i kerimesinde tavsiye buyurduğu gibi,[20]yalnız muhacirlere taksim etti. Bu suretle onları ensarın yardımına ihtiyaç duymayacak hale getirdi.
Peygamber Efendimiz, muhacirlerin hâricinde, ensardan Ebû Dücâne ile Süheyl b. Huneyf’e de (r.a.), çok fazla fakir olduklarından dolayı bazı şeyler verdi.[21]
ZÂTÜRRİKA GAZÂSI
(Hicret’in 4. senesi Cemaziyelevvel ayı / Milâdî 625)
Benî Nadîr Yahudilerinin Medine’den sürgün edilmelerinden iki ay sonraydı.
Enmar ve Sa’lebeoğulları kabilelerinin Müslümanlarla çarpışmak üzere toplanmış oldukları haberi Medine’ye ulaştı.
Peygamber Efendimiz, derhal hazırlanarak, dört yüz (veya yedi yüz) mücahitle Medine’den yola çıktı, Zatürrika mevkiine kadar ilerleyip orada karargâhını kurdu.
Müşrikler, mücahitlerle çarpışmayı göze alamadıklarından dağ başlarına çekilmişlerdi. Geride sadece bir kadın kalmıştı ki o da esir edildi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir müddet burada bekledi. Öğle namazı vakti girince de, müşriklerin saldırısından duydukları endişe sebebiyle salât-ı havf, yani korku halinde namaz kıldılar. Bu namazın kılınış şekli Nisâ Suresi’nin 101-102. ayetlerinde tarif edilmiştir.
En tehlikeli anlarda bile Resûl-i Kibriya Efendimizin cemaatle namazlarını eda edişi, bize cemaatle namazın ne derece büyük bir ehemmiyeti haiz olduğunu ve ihmâl edilmemesi gerektiğini açıkça ders vermektedir.
Bir Mucize
Zatürrika Seferi esnasında idi.
Ashaptan Ulbe b. Zeyd, üç adet devekuşu yumurtası bulup getirdi.
Resûl-i Ekrem, “Ey Cabir! Bunları, al pişir” diye emretti.
Hz. Cabir, yumurtaları bir çanak içinde pişirip getirdi.
Peygamber Efendimizle mücahitler, o üç yumurtadan doyuncaya kadar yedikleri halde, yumurtaların çanakta olduğu gibi durduğunu gördüler.[22]
Allah’ın, Mü’minlere Merhameti
Yine bu gazâ esnasında idi.
Sahabenin biri, bir kuş yavrusu bulup getirdi. Anası veya babası, yavruyu kurtarmak için canını feda edercesine, onu elinde tutan sahabenin avuçlarının içine atılıveriyordu. Bu duruma sahabeler hayretler içinde bakarken, Resûl-i Ekrem ise şu ibret dersini verdi:
“Siz, yavrusunu tuttuğunuz şu kuşun yavrusu için, kendisini avucunuza atmasına mı hayret ediyorsunuz? Vallahi, Rabbinizin, size olan merhamet ve şefkati, şu kuşun yavrusuna olan şefkat ve merhametinden çok daha fazladır!”[23]
Devenin Şikayeti
Peygamber Efendimiz, mücahitlerle birlikte Zatürrika’dan ayrılmış, Medine’ye doğru geliyordu. Harre mevkiine gelindiğinde, bir devenin, koşarak Resûl-i Kibriya Efendimizin yanına varıp tahiyye-i ikram nevinden çöktüğü ve boynunu öne doğru uzatıp onunla konuştuğu görüldü.
Mücahitler hayretler içinde bakınırken, Peygamber Efendimiz, “Bu deve ne söylüyor, biliyor musunuz?” dedikten sonra, “Bu deve, sahibinin zulmünden bana şikayet ediyor: Kendisini senelerdir çalıştırdığını, şimdi ise boğazlamak istediğini söylüyor!” diye buyurdu. Arkasından Cabir b. Abdullah’a, devenin sahibini bulup kendisine getirmesini emretti.
Hz. Câbir, “Yâ Resûlallah, devenin sahibini tanımıyorum” deyince, aldığı cevap şu oldu:
“Deve, seni sahibine götürür!”
Gerçekten, deve, Peygamberimizden emir almış gibi, Hz. Câbir’in önüne düştü ve onu sahibine götürdü.
Hz. Câbir der ki:
“Ben de, deve sahibini alıp Resûlullah’ın yanına getirdim. Resûlullah, onunla deve hakkıda konuştu ve ‘Devenin söyledikleri doğru mu?’ diye sordu. Deve sahibi, ‘Evet, yâ Resûlallah...’ dedi.”[24]
Gazânın İsmi
Bu sefere, iştirak edenlerin hepsi piyade olup, çıplak ayakları taştan dikenden parçalanmış ve tırnakları dökülmüş olduğundan, ayaklarını bez parçalarıyla bağlamış olmaları sebebiyle bu gazâya “Zatürrika” adı verildiği de kaynaklarda belirtilmiştir. Zira, rika, “ruka”nın çoğuludur; “ruka” ise, elbise yırtığına vurulan bez parçasıdır ki buna da yama denir.
Ebû Musa el-Eş’arî, bu hususta şöyle der:
“Resûlullah’la (a.s.m.) bir gazâya çıktık. Sadece bir devemiz vardı. Nöbetleşe biniyorduk. Artık ayaklarımız delinmişti. Benim de iki ayağım delinmiş, tırnaklarım dökülmüştü. Bunun için ayaklarımıza bez parçası sarıyorduk. Ayaklarımıza bu suretle bez parçası sardığımız için bu sefere Zatürrika Gazâsı denildi.[25]
Resûl-i Ekrem’in Bereket Mucizesi
Ensardan Hz. Câbir’in babası Abdullah b. Amr b. Haram, Uhud’da şehit düşmüştü. Geride altı kız çocuğunu yetim ve bir hayli de borç bırakmıştı.
Borç sahipleri, Yahudiler idi.
Abdullah b. Amr’ın, içinde çeşitli hurma ağaçları bulunan iki bahçesi vardı; fakat bunların mahsûlü borçlarını karşılayacak miktarda değildi. Sadece bir tek Yahudiye borcu, otuz deve yükü hurma idi.
Hurma mevsimi girince, Yahudiler, alacaklarını ısrarla istemeye ve Hz. Câbir’i sıkıştırmaya başladılar. Hz. Câbir, onlara hurma bahçesinin bütün mahsûlünü vermeyi teklif ettiği halde kabul etmediler.
Bunun üzerine Hz. Câbir, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna vararak, “Yâ Resûlallah! Biliyorsunuz ki babam Abdullah, Uhud günü şehit düştü. Geride birçok borç bıraktı. Alacaklılara, hurma bahçesinin bütün mahsûlünü vermeyi teklif ettiğim halde kabul etmediler” dedi ve bu hususta kendisine şefaatçi ve yardımcı olmasını diledi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz de, Abdullah b. Amr b. Harâm’ın borcuna karşılık hurma bahçesinin bütün mahsûlünü almalarını ve borcunu silmelerini alacaklılara teklif ettiyse de, yanaşmadılar. Alacaklılar, Resûl-i Ekrem Efendimizin, “Borcun bir kısmını bu yıl, kalanını da gelecek yıl alınız” teklifini de kabul etmediler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz. Câbir’e, “Sen git; ben yarın kuşluk vakti yanına gelirim” dedi.
Ertesi gün, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i yanına alarak Hz. Câbir’in hurma bahçesine gitti. Ona, “Git, hurmanı topla ve tasnif et! İyi cins olanı bir boy, diğerlerini de bir boy yaptıktan sonra bana haber ver!” buyurdu.
Hz. Câbir, derhal emri yerine getirdi ve gelip durumu Server-i Kâinat Efendimize arz etti. Hz. Câbir, alacaklıları da çağırmıştı. Onlar, Peygamber Efendimizi görünce, isteklerini tekrarlamaya başladılar.
Resûl-i Kibriya Hazretleri, hurma öbeklerinden en büyüğünün çevresini üç kere dolaşıp dua ettikten sonra, Hz. Cabir’e, “Şu alacaklıları yanıma çağır” dedi.
Alacaklılar geldi. Borçlarına karşılık kendilerine hurma yığınından ölçülüp ölçülüp verilmeye başlandı. Borç tamamıyla ödendi.
Hz. Câbir (r.a.), müşâhedesini şöyle anlatır:
“Tek, Allah, babamın borcunu ödesin de, vallahi ben, kız kardeşlerimin yanına bir hurma tanesiyle dönüp gitmeye bile râzı idim. Hâlbuki, Resûlullah, ondan, bütün alacaklılara hurma verdiği halde, bir hurma bile eksilmediğini gördüm!”[26]
Borç sahipleri olan Yahudiler de, bu hadiseden çok taaccüp edip hayrette kaldılar.
Bu, Resûl-i Kibriya Efendimizin apaçık bir mucizesiydi!
BEDRÜ’L-MEV’İD GAZÂSI
(Hicret’in 4. senesi Şâban ayı / Milâdî 626)
Daha önce bahsi geçtiği gibi, Ebû Süfyan, Uhud’dan dönüp giderken Müslümanlara, “Sizinle gelecek sene Bedir’de buluşalım!” demiş, Hz. Ömer de Resûlullah’ın emriyle, “Olur! İnşallah orası bizimle sizin çarpışma yeriniz olsun!” cevabını vermişti[27]
Uhud Muharebesi’nin üzerinden bir sene geçmişti.
Resûl-i Ekrem, verdiği sözü yerine getirmek için harp hazırlıklarına başladı.
Öte yandan, Kureyş’in reisi Ebû Süfyan da, harp hazırlıklarını sürdürüyordu. Fakat o sene Mekke’de büyük bir kuraklık ve kıtlık hâkimdi. Bu sebeple Ebû Süfyan, halkı teşvik etmesine rağmen, kendisi harbe pek niyetli değildi.
Ebû Süfyan’ın Başvurduğu Taktik
Bedir’e gitmek kararından vazgeçmek arzusunda olan Ebû Süfyan, Peygamberimizin de Müslümanlarla oraya gelmesine mani olmak istiyor, bunu nasıl başarabileceğinin yollarını araştırıyordu!
O sırada henüz Müslüman olmamış Nuaym b. Mes’ud’la, Mekke’de karşılaştı. Nuaym, Mekke’ye umre yapmak maksadıyla gelmişti.
Ebû Süfyan, “Ey Nuaym!” dedi. “Ben, Muhammed’le ashabına, ‘Bedir’de buluşalım, çarpışalım!’ diye söz vermiştim. Vakit gelip çattı! Hâlbuki, bu yıl, bizde kıtlık ve kuraklık hâkimdir. Böyle bir yıl işimize gelmez. Onun için, bu yıl Muhammed’le karşılaşmak istemiyoruz! Karşılaşmamız ise, onun cesaretini artıracaktır!” deyip niyet ve endişesini izhar ettikten sonra, Nuaym’e teklifini şöylece yaptı:
“Sen, hemen Medine’ye dön! Benim, karşı konulmayacak kadar kuvvet topladığımı bildir ve onları Bedir’de bizimle çarpışmaktan vazgeçir! Bu işi becerirsen, sana yetişkin yetmiş deve veririz.”[28]
Nuaym, derhal Medine’ye döndü. Vadedilen mükâfata konmak için, Mekkeli müşrikler lehinde kesif bir propagandaya girişti; Kureyşlilerin karşısına çıkılmayacak kadar güçlü bir ordu hazırlamış olduklarını söyleyip durdu. Münafıkların da bu yolda olanca gayretlerini ortaya koymalarıyla, Müslümanlarda müşriklere karşı savaşma hususunda bir gevşeme meydana geldi. Yahudilerle münafıklar, bu duruma son derece sevindiler; “Muhammed, artık şu Müslüman topluluktan kimseyi bu niyetinden vazgeçiremez!” deyip sevinçlerini küstahça izhar ettiler.
Peygamberimizin Kesin Kararı
Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, durumu derhal Resûl-i Ekrem Efendimize bildirdiler.
Resûl-i Ekrem Efendimizin kararı kesindi. “Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki vadedilen yere Medine’den hiç kimse gitmek için çıkmasa bile, ben tek başıma oraya çıkar giderim!” dedi.[29]
Cesaret dolu bu kararlı sözler, Müslümanların kalbinde şimşekler gibi çaktı, Allah’ın da yardımıyla, yüreklerine düşen korku ve tereddüdü bir çırpıda yok etti.
Resûl-i Ekrem, yerine Abdullah b. Revâha’yı vekil bırakarak bin beş yüz mücahitle Medine’den ayrıldı. Sancağı Hz. Ali taşıyordu. Orduda sadece on atlı vardı.
Mücahitler, ayrıca beraberlerinde ticaret malları da götürüyorlardı. Çünkü gidecekleri yerde, Araplar her sene bir ticaret pazarı, bir panayır kurarlardı. Sefere çıkışları da zaman bakımından panayır mevsimine rastlıyordu. Eğer düşman gelirse, onunla çarpışacaklardı; şayet gelmezse, ticaretlerini yapmış olacaklardı!
Peygamber Efendimiz, ordusuyla Bedir’e gelip beklemeye başladı. Fakat düşman kuvvetleri görünürde yoktu.
Zira, hazırlıklarını tamamlayıp Mekke’den yola çıkan Ebû Süfyan kumandasındaki iki bin kişilik müşrik ordusu, ancak Mecinne denilen nahiyeye kadar gelebilmiş, oradan ileriye tek adım atabilme cesaretini gösterememiş ve Müslümanlarla çarpışmayı, sayıca fazla oldukları halde göze alamadıklarından Mekke’ye geri dönmüşlerdi!
Hz. Resûlullah, mücahitlerle Bedir’de sekiz gece bekledi.
Ticaret pazarına gelen Arap kabileleri, Müslümanların güç ve kuvvetlerini koruduklarını, cesaret ve ümitlerini yitirmediklerini bir kere daha gördüler; nazarlarında Kureyş’in itibarı da böylece kırıldı.
Mücahitler, düşmanın gelmediğini görünce, panayırda alış veriş yapıp kat kat kâr ettiler.
Sekiz gecelik bekleyişten sonra Peygamber Efendimiz, mücahitlerle birlikte sevinç ve ferah içinde Medine’ye döndü.
Bu gazânın diğer bir adı, Küçük Bedir’dir.
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 199.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 199; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2. s. 57.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 199; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 57; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 560.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 57.
[5] Vakidî, Megazi, s. 284-285.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 57.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 57.
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 57.
[9] Taberî, Tarih, c. 3, s. 38.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 200.
[11] Haşir, 5.
[12] bkz. Tecrid Tercemesi, c. 12, s. 167.
[13] Haşir, 11-12.
[14] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 58.
[15] Haşir, 6.
[16] İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 50-51.
[17] İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 50-51.
[18] Bu haslete “îsâr” derler. “Kişinin kendisi muhtaç iken, diğer kardeşinin ihtiyacını önde görerek yardımına koşması” demektir. Diğer bir ifadeyle, “kişinin, din kardeşini kendi nefsine, şerefte, makamda,teveccühte, hatta maddî menfaat gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih etmesidir.” İslam tarihi, isâr hasletinin şaheser misâlleriyle doludur.
[19] Haşir, 9.
[20] Haşir, 8.
[21] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 201-202.
[22] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 289.
[23] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 165.
[24] Halebî, a.g.e., c. 2, s. 289.
[25] Buharî, Sahih, c. 3, s. 35.
[26] Buharî, Sahih, c. 3, s. 84, 199; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 373, 393; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 120-121.
[27] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 99-100; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 58.
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 59; Taberî, Tarih, c. 3, s. 41.
[29] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 59.