Bi’setin 11. yılında Akabe mevkiinde İslamiyetle şereflenen altı Medineli, bir sene sonra aynı yerde buluşacaklarına dair Resûl-i Ekrem Efendimize söz vermişlerdi. İlk görüşmelerinin üzerinden bir sene geçip hac mevsimi gelince, içlerinde bir sene önce İslam’la şereflenmiş bulunan altı kişinin de bulunduğu Medineli 12 kişilik bir kafile Mekke’ye çıkıp geldi. Akabe denen küçük ve dar vadide bir gece vakti, gizlice Resûl-i Ekrem’le buluşarak görüştüler. Bu görüşme sonunda da:
a) Allah’a hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamak,
b) Hırsızlık yapmamak,
c) Zinada bulunmamak,
d) Çocuklarını öldürmemek,
e) Kimseye iftira etmemek,
f) Hiçbir hayırlı işe karşı çıkmamak,
üzere Peygamber Efendimize bîat ettiler.[1]
Bu bîattan sonra Peygamber Efendimiz, kendilerine hitaben şöyle konuştu:
“Sizden, verdiği sözde duranın ücret ve mükâfatını Allah, tekeffül etmiş, onlara cennet hazırlamıştır! Kim, insanlık icabı bunlardan birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya uğratılırsa, bu ona keffaret olur! Kim de, yine bunlardan, insanlık haliyle birini irtikâb eder de işlediği o şeyi Allah gizler, açığa vurmazsa, onun işi de Allah’a kalır. Dilerse onu bağışlar, dilerse azaba uğratır!”[2]
Ayrıca bu Müslümanlar, Resûl-i Ekrem’le aralarında şu şekilde bir anlaşma da akdettiler:
“Gerek sıkıntı ve darlıkta ve gerekse refah ve sevinç halinde (söz) dinlemek ve itaat etmek (başta gelir.) Ve sen bizzat, bizim üstümüzde bir tercihe sahip olacaksın ve senin hiçbir iyi hareketinde sana karşı itaatsizlik etmeyeceğiz.”[3]
İlk Akabe Biatında bulunanların yapmayacaklarına dair söz verdikleri —yukarıdaki— hususlar, huzurlu bir cemiyet hayatının temelini teşkil eden unsurlardır. Bu çirkin hareketlerin hâkim olduğu cemiyetlerde elbette emniyet ve âsâyiş olamazdı.
Akabe Biatının Yapıldığı Yer ve Akabe Mescidi |
İnsanlığı huzur ve saadete kavuşturmak ve cemiyet hayatını âsâyiş temeli üzerine oturtmak için gelen İslam, elbette bu hususları vazgeçilmez birer esas olarak kabul edecek ve bu hususta müntesiplerinden kesin söz alacaktı.
Bîatta Bulunanlar
Bu ilk Akabe Biatında bulanan Medineli 12 Müslüman şunlardı:
1) Es’ad b. Zürâre, 2) Avf b. Hâris, 3) Muaz b. Hâris, 4) Rafi’ b. Mâlik, 5) Zekvan b. Kays, 6) Ubâde b. Sâmit, 7) Yezid b. Sa’lebe, 8) Abbas b. Ubâde, 9) Kutbe b. Âmir, 10) Ukbe b. Âmir, 11) Uveyn b. Saide, 12) Ebu’l-Heysem Mâlik b. Teyyihan.[4]
Medineli bu Müslümanlar, görüşmelerden sonra yurtlarına geri döndüler. Orada kendi kabileleri arasında İslam’ın nurunu ve sesini duyurmaya ve yaymaya devam ettiler.
Mus’ab b. Umeyr’in Gönderilmesi
Bir müddet sonra, Medineli Müslümanlar, Resûlullah’tan kendilerine İslam âdab ve erkânını öğretecek bir Kur’an muallimi göndermesini istediler. Resûl-i Ekrem, onların bu tekliflerini, fıtraten oldukça nâzik ve medenî, aynı zamanda güzel bir simaya sahip, Kureyş’in eşrafından genç sahabe olan Mus’ab b. Umeyr Hazretlerini göndererek derhal yerine getirdi.[5]
İSLAM NURU MEDİNE’DE PARLIYOR
Esad b. Zürâre Hazretleri, Medineli Müslümanların bir nevi önderliğini yapıyordu. Bu sebeple genç sahabe, Kur’an muallimi Mus’ab b. Umeyr (r.a.), Medine’ye gelince, onun evinde kalmaya başladı. Artık bu ev, Müslümanların buluşmaları için merkezî bir yer teşkil ediyordu.
Bizzat Resûl-i Kibriya’dan dersini almış bulunan Hz. Mus’ab, zamanı ve şartları çok iyi değerlendirebilen, fırsatları çok güzel kullanabilen bir sahabe idi. Bütün gayret ve himmetini, Medine’de İslam’ın yayılmasına hasretmişti. Kabilelerin hatırı sayılır kimseleriyle görüşüyor, konuşuyor, onlara “Kavl-i Leyyîn”le İslam’ı anlatıyordu.
Üseyd B. Hudayr ile Sa’d B. Muaz’ın Müslüman Olması
Medineli Müslümanların Kur’an muallimi Hz. Mus’ab b. Umeyr, onların reisleri olan Es’ad b. Zürâre (r.a.) evinde kalıyor ve İslam’ı tebliğ ve yayma hizmetini buradan yürütüyordu.
Medine’de birçok kimse Müslüman olmuştu, ama İslam’ın daha da hızlı intişarı için bazı maniler vardı. Evs kabilesinin Reisi Sa’d b. Muaz ile yine reislerden bulunan Üseyd b. Hudayr, henüz Müslüman olmamışlardı. Onların bu durumu haliyle halka da tesir ediyordu.
Sa’d b. Muaz, Esa’d b. Zürâre Hazretlerinin halasının oğlu idi.
Bir gün Mus’ab ile Es’ad Hazretleri, Benî Zafer’e âit bir evin bostanındaki Merak kuyusunun başında oturmuş, sohbet ediyorlardı. Etraflarında Müslümanlardan da birçok kimse vardı.
Bu sırada elinde mızrağı olduğu halde, Üseyd b. Hudayr yanlarına çıkageldi. Hiddet ve şiddetle, “Siz, bize neye geldiniz? Birtakım aklı ermez ve zayıf kimseleri aldatıp azdırıyorsunuz! Hayatınızdan olmak istemiyorsanız, derhal buradan ayrılın!” dedi.
Hz. Mus’ab, “Hele biraz dur, otur! Sözümüzü dinle, maksadımızı anla! Beğenirsen kabul edersin, beğenmezsen o zaman engel olursun” diye gayet nâzikçe mukabelede bulundu.
Üseyyid, “Doğru söyledin!” dedi ve mızrağını yere saplayarak yanlarına oturdu.
Hz. Mus’ab, ona İslamiyet hakkında bir konuşma yaptı ve Kur’an-ı Kerim okudu.
Üseyyid kendisini tutamayarak, “Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir söz!” diye konuştu ve “Bu dine girmek için ne yapmalı?” diye sordu.
Mus’ab (r.a.), ona İslam’ı anlattı. O da şehâdet kelimesini getirerek İslamiyetle müşerref oldu.[6]
Sonra da, “Ne yaptın?” diye sordu.
Üseyyid şöyle konuştu:
“O iki adama, söylenmesi gerekeni söyledim! Vallahi, ben onlardan bir itaatsizlik, bir inat görmedim!”
Sa’d b. Muaz, “Vallahi, sen de beni tatmin edici bir malumat getirmedin” dedi ve doğruca Mus’ab ile Esa’d’ın (r.a.) yanına vardı. Hiddetli hiddetli, “Ey Es’ad! Eğer seninle aramızda akrabalık olmasa, böyle kabilemiz içine soktuğunuz çirkin işlere sabır ve tahammül edemezdim!” diye tekdir ve tehdit etti.
Mus’ab (r.a.) aynı şekilde ona da, “Hele biraz durunuz! Oturup dinleyiniz! Anlayınız da... Beğenirseniz kabul edersiniz, beğenmezseniz biz de size çirkin gördüğünüz işi tekliften vazgeçeriz” diye nâzikçe cevap verdi.
Onun üzerine, Sa’d oturdu ve Hz. Mus’ab’ın sözlerini dinlemeye başladı.
Hz. Mus’ab, ona, İslam dininin ne demek olduğunu anlattı ve Zuhruf Suresi’nin baş kısımlarından okudu.
Kur’an okunurken, Sa’d’ın yüzü birdenbire değişiverdi. Simasında iman alâmetleri bir anda belirdi. Dinledikleri, o âna kadar duymadığı, bilmediği şeylerdi. Kur’an’ın eşsiz belâgati ve tatlı üslûbu karşısında derhal, “Siz bu dine girerken ne yapıyordunuz?” diye sordu.
Mus’ab (r.a.), ona İslam dininin esas ve âdabını anlattı. O da orada şehâdet getirerek Müslüman oldu.[7]
Sonra da kendi kavmi olan Benî Abdü’l-Eşhel cemaatinin yanına döndü. Onlara, “Ey topluluk! Beni nasıl biliyorsunuz?” diye sordu.
“Sen bizim büyüğümüz, en üstünümüzsün” diye cevap verdiler.
Bunun üzerine Sa’d Hazretleri, “Öyle ise siz de Allah Resûlüne iman etmelisiniz” dedi ve ilave etti: “İman etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun!”
Bu söz üzerine, Benî Abdü’l-Eşhel aşireti içinde o gün iman etmedik hiç kimse kalmadı.
Es’ad b. Zürâre Hazretleri de, Mus’ab’la (r.a.) birlikte evine döndü.
Artık Mus’ab Hazretleri, Medine’de İslam’ı tebliğ ve neşirde yalnız değildi. Evs ve Hazreç kabilelerinin reisleri de yanında yer almışlardı. Olanca gayretleriyle İslam’ın yayılmasına çalışıyorlardı.
Yine İslam’ı tebliğ ve neşir merkezi, Es’ad b. Zürâre Hazretlerinin evi idi. Mus’ab ile Sa’d b. Muaz Hazretleri, el ele vererek, burada insanları hak dine davetle meşgul oluyorlardı.
Kısa zamanda İslamiyet, Medine’de büyük bir inkişaf kaydetti. Öyle ki Evs ve Hazreç kabileleri içinde Benî Ümeyye b. Zeyd’in hânesinden başka İslam ve Kur’an nuruyla aydınlanmayan ev kalmadı. Bir müddet sonra bu evde de İslam’ın nuru parlamaya başladı!
İKİNCİ AKABE BİATI
(Bi’setin 13. senesi / Milâdî 622)
Bu senenin hac mevsiminde Kur’an muallimi Mus’ab b. Umeyr Hazretleri, hem Medine’deki İslamî gelişmeyi bizzat Peygamber Efendimize bildirmek, hem de haccetmek üzere Evs ve Hazreç kabilelerine mensup ikisi kadın yetmiş beş Müslümanla Mekke’ye geldi.
Bunları temsilen bir grup, Mescid-i Haram’da amcası Hz. Abbas’la oturan Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına vardılar ve şu teklifte bulundular:
“Yâ Resûlallah! Biz oldukça kalabalığız. Seni yanımıza almak, size yardımcı olmak, uğrunuzda canımızı feda etmek, şahsımızı koruduğumuz şeylerden zâtınızı da esirgemeyip korumak üzere söz birliği etmiş bulunuyoruz! Bu hususta sizinle daha geniş konuşmak için nerede buluşalım?”
Resûl-i Kibriya, yine Akabe’de buluşmayı uygun gördü.
Bu buluşma, gece yarısı olacak ve kimseye duyurulmayacaktı. Hatta karargâhlarından ayrılırken ve dikkatleri çekmemek için küçük küçük gruplar halinde Akabe’ye geleceklerdi.[8]
Medineli Müslümanlar, bu tâlimat gereği gece yarısı hiç kimseye hissettirmeden ve kimsenin dikkatini çekmeden Akabe yanındaki vadide bir araya geldiler.
Peygamber Efendimiz de buraya, henüz Müslüman olmamış amcası Hz. Abbas’la geldi. Hz. Abbas’ın maksadı, yeğenini bu mühim meselede yalnız bırakmamak, yapılanları ve verilen sözleri bizzat görüp işitmekti.
Önce, Hz. Abbas söz aldı. Medineli Müslümanlara hitaben, Allah Resûlünü koruma hususunda kendilerine güvenleri varsa bu işe girişmeleri, aksi takdirde daha şimdiden bu işten vazgeçmeleri gerektiğini belirten bir konuşma yaptı.
Ancak Medineli Müslümanlar, bizzat Resûlullah’ın konuşmasını istiyorlardı. “Yâ Resûlallah! Sen de konuş! Kendin ve Rabbin için arzu ettiğin ahdi al” dediler.
O esnada Medineli Müslümanların önderi durumunda olan Es’ad b. Zürâre Hazretleri, Resûlullah’tan konuşmak için müsaade aldı ve “Yâ Resûlallah!” dedi. “Her davetin bir yolu var: O yol ya kolay olur ya da zor! Bugün senin yaptığın davet, insanların çok zor kabul edecekleri çetin bir davettir! Sen, bizi takip ettiğimiz dini bırakmaya ve kendi dinine tâbi olmaya davet ettin. Bu, çok güç ve zor bir işti. Buna rağmen biz bu teklifini kabul ettik. Biz yurdumuzda, şerefli ve her tecavüzden korunmuş, orada değil kavminden ayrılan ve amcaları tarafından düşmanlarına teslim edilmek istenilen bir zâtın, hatta kendimizden başka hiç kimsenin de hâkim olmak için göz dikemeyeceği bir cemaattik. Bu çok zor bir iş olduğu halde, biz senin bu yoldaki teklifini de kabul ettik! Hâlbuki, bütün bunlar —Allah Teâlâ, doğru yolu bulma azmini ve sonunda hayra ulaşma ümidini ihsan etmedikçe— insanların hiç de hoşlanacakları şeylerden değildi. Fakat biz bunları dillerimizle ikrar, kalplerimizle tasdik, ellerimizi uzatmak suretiyle kabul ettik! Allah’tan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bîat ediyoruz! Biz, Rabbimize ve Rabbine bîat ediyoruz! Allah’ın kudret eli, ellerimizin üzerindedir! Kanlarımız kanınla, ellerimiz elinledir! Kendimizi, evlatlarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de esirgeyip koruyacağız! Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allah’ın ahdini bozan bedbaht insanlar olalım!”
Es’ad b. Zürâre Hazretleri, konuşmasının sonunu şöyle bağladı:
“Yâ Resûlallah! Kendin için arzu ettiğin ahdini bizden al, Rabbin için de istediğin şartı koş!”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, önce onlara Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetler okudu. Onları Allah’a davet, İslamiyete teşvik ettikten sonra da kendisi ve Rabbi için arzu ettiği hususları şöyle sıraladı:
“Yüce Allah için size söyleyeceğim şartım şudur:
“O’na hiçbir şeyi eş ve ortak koşmadan ibadet etmeniz. Namazı kılmanız, zekâtı vermenizdir.
“Kendim için isteyeceğim ise şudur:
“Allah’ın peygamberi olduğuma şehâdet etmeniz; kendinizi, çocuklarınızı ve kadınlarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanız.”[9]
Bu sırada, Abdullah b. Revâha söz alarak, “Yâ Resûlallah! Bunları söylediğiniz tarzda yaparsak bize ne var?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Cennet var!” diye cevap verdi.
Bu cevabı alınca, gözlerinde parlayan pırıl pırıl sevinçlerini, “O halde bu, kazançlı ve kârlı bir alış veriştir!”[10]diyerek sözleriyle de teyit ettiler.
Sonra Peygamber Efendimize, “Yâ Resûlallah! Sana ne yolda bîat edelim, söz verelim?” diye sordular.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de Allah’ın Resûlü olduğuma şehâdet getirerek, namazı kılacağınıza, zekâtı vereceğinize, neşeli neşesiz zamanlarınızda sözlerime itaat edeceğinize, emirlerime tamamıyla boyun eğeceğinize; darlıkta da varlıkta da muhtaçlara yardımda bulunacağınıza; hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaksızın Allah yolunda, Allah için hak ve gerçeği söyleyeceğinize, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacağınıza bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz! Şahsıma gelince... Bana her yönden yardım edeceğinize; yanınıza vardığımda kendinizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden beni de esirgeyip koruyacağınıza kat’î söz vermelisiniz!”[11]dedi.
On İki Temsilci
Bundan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, onlara, “Aranızdan, her hususta kavimlerinin benim yanımda temsilcisi olacak on iki kişi seçiniz. Mûsa da, İsrailoğullarından on iki temsilci almıştı”[12]buyurdu.
Medineli Müslümanlar, Hazreç kabilesinden dokuz, Evslilerden de üç temsilci seçtiler.
Hazreçlilerden seçilen zâtlar şunlardı:
1) Ebû Ümâme Es’ad b. Zürâre, 2) Sa’d b. Rebî’, 3) Râfi’ b. Mâlik, 4) Abdullah b. Ravâha, 5) Abdullah b. Amr, 6) Bera b. Marur, 7) Sa’d b. Ubâde, 8) Ubâde b. Sâmit, 9) Münzir b. Amr.
Evslileri ise şu zâtlar temsil edecekti:
1) Useyyid b. Hudayr, 2) Sa’d b. Hayseme, 3) Ebu’l-Haysem Mâlik b. Tayyihan.[13]
Bu temsilcilerin hepsi de Medine’nin ileri gelen, hatırı sayılır kimseleri ve okuma yazmasını bilen âlim zâtlardı.
Peygamber Efendimiz, seçilen temsilcilere, “Havarîler, Meryemoğlu İsa’ya karşı kavimlerinin kefili oldukları gibi, siz de sizden olanların kefilisiniz, ben de Mekkeli muhacirlerin kefiliyim”[14]dedi.
Onlar da, “Evet” deyip tasdik ettiler.
Ayrıca Resûl-i Ekrem Efendimiz, on iki temsilci seçildikten sonra Es’ad b. Zürâre Hazretlerini de, seçilen on iki temsilcinin başkanı tayin etti.
Temsilciler, temsil ettikleri topluluklarla konuşup, bîatın ehemmiyetini anlattılar ve onları Resûlullah’a bîata hazırladılar.
Bundan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, mübarek ellerini uzattı. Medineliler teker teker bîat ettiler. Sadece iki kadına Efendimiz elini vermedi ve onları da kendisine bîat etmiş kabul etti.
Yapılan bîat, bir manada Medineli ve Mekkeli Müslümanlar arasında bir ittifaktı.
Müşriklerin Durumu Sezmeleri!
Bîat, gecenin karanlığında, çağrılanların dışında kimsenin göremeyeceği tenha bir yerde cereyan etmişti.
Buna rağmen, bîat biter bitmez kulaklarına bir ses geldi: “Ey Kureyş! Muhammed ile atalarının dininden çıkmış Medineliler, sizinle savaşmak için toplanıp sözleştiler!”
Gecenin karanlık ve sükûtunu yırtan bu ses kimindi ve nereden geliyordu? Herkesi bir merak ve telâş sardı.
Bu ses, Münebbih b. Haccac’ın sesine benziyordu. Resûl-i Ekrem, “Derhal konak yerlerinize dönünüz!” emrini verdi.
O sırada Medineli Abbas b. Ubâde, “Yâ Resûlallah! İstersen sabah olur olmaz kılıçlarımızı kınından sıyırır ve Mina’da bulunan halkın üzerine yürür, onları kılıçtan geçiririz!” diyerek konuştu.
Ancak Resûl-i Ekrem, henüz sabır silahını kullanmakla vazifeliydi. Şöyle buyurdular:
“Hayır, hayır... Bize henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı. Hepiniz yerlerinize dönünüz.”[15]
Bunun üzerine, Medineliler konak yerlerine döndüler.
Sabah olunca, durumu sezmiş bulunan Kureyşli müşrikler, kendilerince mahiyeti henüz meçhul bulunan hadiseyi tam öğrenmek üzere tahkike başladılar. Kendileri gibi putperest olan Medinelilerden sordular. Ancak onların böyle bir meseleden haberleri olmadığından dolayı yemin ederek, “Böyle bir şey olmadı. Biz, böyle bir şey bilmiyoruz” dediler.
Medineli Müslümanlar ise, doğru yolun sükût olduğunu düşünerek, tek kelime konuşmuyorlardı!
Kureyşli müşrikler, bu sefer Abdullah b. Übey b. Selûl’e gidip sordular. O da aynı şekilde, “Bu, büyük bir iştir! Böyle bir şey olmamıştır! Söylenenler boş lâf olsa gerek! Kavmim, bana böyle bir şey danışmadı. Onlar, Yesrib’de iken bana danışmadan hiçbir iş yapmazlardı” dedi.
Bunun üzerine Kureyşli müşrikler, Medineli putperestlerin bu hususta herhangi bir bilgileri olmadığı kanaatine vardılar.
Şayet Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Bu işi sizden başkasına duyurmayın” dememiş olsaydı ve Medineli Müslümanlar da bu işi müşrik hemşehrilerinden gizlememiş olsalardı, elbette bu olay Mekkeli müşriklere onlar tarafından duyurulacak ve kuvvetli ihtimalle orada Müslümanların başına büyük bir gaile açılacaktı. Belki de, Medine’ye henüz açılmış bulunan İslamiyet için büyük bir mani ortaya çıkacaktı.
Hac mevsimi sona erince, Medineli Müslümanlar da yurtlarına geri dönmek üzere yola koyuldular.
Medineli Müslümanların Mekke’den ayrılışlarından az zaman sonra, müşrikler böyle bir anlaşmanın cereyan etmiş olduğunu öğrendiler. Derhal Müslümanları takibe koyuldular. Ancak Medineliler çoktan o civardan uzaklaşmış bulunuyorlardı. Sadece iki kişiyi yakalayabildiler: Sa’d b. Ubâde ve Münzir b. Amr... Bu iki zât her nasılsa Medine kafilesinden geri kalmışlardı. Daha sonra Münzir Hazretleri bir yolunu bulup ellerinden kurtuldu. Müşrikler, sadece Sa’d b. Ubâde’yi Mekke’ye getirdiler ve adeta hınçlarını bu sahabeden almak istercesine kendisine eza ve işkencelerde bulundular. Sonunda, Sa’d b. Ubâde Hazretleri, kendisini daha önceden tanıyan ve Medine’den geçerken evinde misafir olan iki müşrik tarafından himâyeye alınarak bu eziyet ve işkencelerden kurtuldu.
Yurtlarına dönen Medineli Müslümanlar, artık dört gözle muhacirleri ve Resûl-i Zîşan Efendimizin yolunu bekliyorlardı!
[1] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 75-76; Taberî, Tarih, c. 2, s. 235.
[3] Doç. Dr. Sâlih Tuğ, İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, s. 27 (Ank. 1963).
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 73; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 220.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 76; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 220.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 77-78; İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 420; Taberî, Tarih, c. 2, s. 236.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 78-79; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 420; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 236-237; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 160; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 170-171.
[8] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 83-84; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 221; Taberî, Tarih, c. 2, s. 228.
[9] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 84; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 222; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 238; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 163; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 174-175.
[10] Taberî, Tarih, c. 2, s. 239; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 175.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 97; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 175.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 85; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 222; Taberî, Tarih, c. 2, s. 239; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 164; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 176-177.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 86-87; İbn Seyyid, a.g.e., c. 1, s. 164.
[14] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 88; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 223.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 90; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 223.